Sanayileşme ve piyasa ekonomisinin gelişimi, aile yapısı başta olmak üzere yaşam biçimlerini köklü bir şekilde dönüşüme uğratırken konut sektörü kaçınılmaz olarak bu dönüşümden etkileniyor.

Kalabalık, ataerkil aile düzeninin yerini alan çekirdek aile yapısı dahi tıpkı atomun çekirdeğinin parçalandığı gibi parçalanıyor, ufalanıyor. İstatistikler; evlenme yaşının yükseldiğini, boşanma oranlarının arttığını, ölüm veya boşanmalara bağlı olarak, tek ebeveynli ailelerin sayısının çoğaldığını gösteriyor.

Sosyo-ekonomik imkanları yükselen ve iş hayatına aktif olarak katılan kadınlar, gün geçtikçe daha az çocuk doğurma eğilimine girerken, biyolojik bir engel olmamasına karşın, felsefi tercihlerle ‘hiç çocuk sahibi olmama eğilimi’ gözle görünür bir biçimde güçleniyor.

Ekonomik baskılar, evlilik kurumuna karşı duyulan güvensizlik, kariyer hedefleri gibi nedenlerle yeni evlenen çiftler, bir yandan çocuk sahibi olma konusunda ertelemeci davranıyor diğer yandan yuva kurma maliyetlerini düşürüp zamana yayma arayışına giriyor.

Türkiye nüfusu giderek yaşlanırken, zaten az çocuklu olan aileler, çocukların uzak kentlerde eğitim hayatına devam etmeleri ve/veya çalışma hayatına atılmaları yüzünden daha da ufalıyor ve ebeveynler ev ortamının ıssızlaşmasından şikayet eder hale geliyor.

Sayıları giderek artan üniversiteler, evinden uzak şehirlerde tek başına veya başka öğrencilerle yaşayan büyük bir öğrenci kitlesi üretiyor.

Devlet memurları başta olmak üzere, uzak şehirlerde çalışan büyük bir kitle; evli bile olsa çoğu zaman, çocukların eğitim hayatının aksamaması, mevcut aile düzeninin bozulmaması, eşlerin kariyerini sekteye uğratmamak, güvenlik kaygıları ve benzeri nedenlerle hayatlarının belli bir dönemini yalnız geçiriyor.

Metropol kentlerde her geçen gün daha da artan arsa maliyetleri, konut fiyatlarının el yakmasına yol açıyor. Tüm bu etmenler, ‘MİNİMALİST’ bir yaşam tarzının konut sektöründe hakim tüketici davranışına dönüşmesine neden oluyor.